Gerçekten Bir Blog Denemesi

Gerçekten Bir Blog Denemesi
Keyfine Düşkün :)

24 Eylül 2020 Perşembe

Şans Mı Kader Mi?


     İçimde hissettiğim paylaşma isteğini engelleyemiyorum ve kirli çamaşırlarımı döküyorum ortaya. Gençliğimde, hala ergenliğin izlerini taşıdığım dönemde Kore hayranlığım vardı. Tabi bahsettiğim yıllar 2009-2012 yılları arası ve o zamanlar hayranlığın sınırları vardı şimdiki hayranlıklardan daha sakindi ve hayranlar kendi ütopyalarında yaşardı. Ve çevremi de kendime benzetmek en büyük hayat amacımdı. Arkadaşlarımı kendi hayran olduğum grupların hayranı yapıyor zorla diziler izletiyordum. Şimdi paylaştığım bu hikayede o zamanlar arkadaşım için yazdığım bir doğum günü hediyesiydi. O zamanlar buna hayran hikayesi deniliyordu ya da fanfiction, gençler şimdi bunlara ne diyor bilmiyorum. Dedim ya baya yaşlandım. Yazım hataları ve zaman kaymaları için kusura bakmayın. Hataları ayıklamaya çalıştım ama gözümden kaçan mutlaka olmuştur. İyi okumalar...


      Uzak, ismi gibiydi uzak en yakının da zannederken bile çok uzak olabilirdi.
Kendini insanlardan soyutlamayı ve insanları kendinden uzaklaştırmayı -hem de
hiç fark ettirmeden – çok iyi biliyordu. Ama yanıltmasın bu huyları sizi normal
bir insanın sahip olacağından daha çok dosta sahipti. Dikkatinizi çekerim dost,
arkadaş değil. Arkadaşı fazlasıyla vardı zaten. Dostları bu huylarını çok iyi
bilirlerdi o yüzden onları asla kendinden uzaklaştıramazdı. Zaten bunu oda asla
istemezdi. Dostlarıyla konuşmaya bile gerek duymazdı bazen sadece bakışlarıyla
anlaşabilirlerdi. Bu durumları, kalabalık bir grupta onlara anında yanındakiler
hakkında dedikodu yapmalarına olanak sağlıyordu. Özellikle lisedeki dostları
ile sınıfta birbirlerine bakıp güldüklerinde arkadaşlarının garip bakışlarına
maruz kalıyorlardı. Lisedeki dostlarının yeri onda daha bir ayrıydı. Ama
onlardan istemeyerek ayrılmıştı. Aralarındaki mesafe çok uzaktı ama kalpleri
hep yan yanaydı. Bunu da zor zamanlarında anlamıştı hepsi. 


       Uzağın babası bir şirkette çalışıyordu. 5 yaşına kadar her şey
güzeldi çünkü Türkiye’deydiler. Daha sonra babası şirketin İngiltere’deki
şubesine atandı. Ailesi bunun olacağını bilir gibi küçük yaştan itibaren
kardeşi ve uzağa İngilizce öğretiyorlardı. İngiltere’de tam olarak 8 yıl
kaldılar. Babasını yine Türkiye’deki şubeye aldılar. Uzak Türkiye’deki eğitim
sistemine göre 8.sınıftı şimdi. Ve burada iyi bir liseye gidebilmek için sınava
girmesi gerekiyordu. Çok zorlu bir yıldan sonra istediği liseyi kazanmıştı
Uzak. Tam da o gün babası yeni bir haberle geldi eve. Şirket babasını bu
seferde Kore’deki şubeye atamışlardı. Bu acil bir değişiklikti ve uzağın
babasından başka kimse gidebilecek seviyede değildi. Uzak Türkiye’de kalmak istediğini liseyi burada okuyacağını söylediğinde anne ve babası ne yapacağını
bilememişti. Çünkü çocuklarını kendi peşlerinden istemedikleri yere götürmek
haksızlıktı onlara göre. Uzağın isteğini kabul ettiler. Okuluna yakın bir
yurtta kalacaktı Uzak. Aslında akrabaları vardı Türkiye’de ama okulu onlardan
farklı bir şehirdeydi.


     Uzak hayatına farklı anlamlar kazandıracak 5 dostuyla burada
tanıştı. Aynı lisedeydiler ve aynı yurtta kalıyorlardı. 14 yaşında 6 kız
çocuğu hem aynı yurt hem aynı okul hem de aynı sınıf. Kader onlar için her şeyi
ayarlamıştı zaten. Birbirlerinin hem arkadaşı hem ailesi oldular. Her şeylerini
paylaştılar. Birlikte büyüdüler, birbirlerini büyüttüler. Uzak çok şanslı biri
olduğunu bu 5 kişiyle karşılaşınca anladı. Uzak gerçekten çok şanslıydı. Derler
ya 4 ayağının üstüne düşmek diye uzak hep 5 hatta 6 ayağının üstüne düşüyordu. Lise hayatı uzak için çok farlı ve çok güzeldi. Üniversiteyi de Türkiye’de okumak istiyordu. Ama olmadı, olamadı.


      Kore’yi sevmemişti Uzak. Ailesinden uzak kalmasını Kore’ye bağlıyordu. Çok
çocukçaydı ama Kore olmasaydı babası oraya atanmazdı. Ama Kore’nin Kore
olmasında kendi milletinin askerlerin canını feda etmiş olması, uzağı bu
düşüncelerinden utandırıyordu. Sonuç olarak dedeleri Kore’nin varlığı için ölmüştü ama şimdi uzak Kore’nin varlığından rahatsızdı. 4 yıl boyunca Kore’ye hem kış tatillerinde hem de yaz tatillerinde gitmişti. Ailesi Busan şehrindeydi.
Tatillerde Korece’yi öğrenmişti. Tabi kardeşleri kadar iyi konuşamıyordu hele
en küçüğü kadar. 4 kardeştiler. Serdar yani bir küçüğü ile Türkiye
doğumluydular. Diğeri Arda İngiltere’de doğmuş ve büyümüştü. İngilizler kadar
iyi İngilizce konuşuyordu. En küçükleri Sude o da Kore’de dünyaya gelmişti. 4
yaşındaydı ama Korece ve Türkçeyi anadili gibi konuşuyordu. Hilmi’nin
gayretleriyle de İngilizceyi konuşmaya çalışıyordu. Uzak bazen ona çok acıyordu
4 yaşında bir çocuğa göre sana çok yükleniyorlar derdi o dediklerine anlam
veremese de.


        Annesinin sağlığı pek iyi değildi ama psikolojik olarak. 13 yıldır
kocasının ardından ülke değiştirmek, her ülkenin geleneklerini öğrenmek
onun deyimiyle bu yaşında sonra yeni dil öğrenmek ona ağır geliyordu. Bir
de Kore’de komşularının çoğu çalışan kadınlardı. Arkadaşı neredeyse yoktu. 2
Türk 1 de Koreli yaşlı bir teyzeydi arkadaşıydı. Birde uzağın yani
yıllardır hep en yakın arkadaşı olan kızının yokluğu onu depresyona itmişti.
İşte bu sebepler yüzünden uzak Busan’daki üniversiteye gidecekti.


    Busan National University işte gideceği üniversitenin tam adı
buydu. Bölümüyse okul öncesi özel eğitim. Tam olarak okul öncesi ve özel
eğitimin birleşimiydi. Uzak bu bölümü istiyordu ama emin de değildi. Çocuklar
ve özellikle de özel eğitim gerektiren çocuklar; bu uzağı biraz korkutuyordu.


     Okula ilk gün biraz çekinerek gitti, sınıfına girdiğindeyse onu büyük bir
şok bekliyordu. Evet evet orda oturan kız çekik değildi. Uzak çığlık
atmak istedi çekik olmayan bir arkadaşı olabilir miydi? Kız da Uzağı görünce çok
şaşırdı ve aşağı yukarı uzakla aynı semptomları gösterdiler. Büyük bir mutlulukla
kızla tanışmaya gitti. İkisi de Korece olarak konuşmaya başladı. Ama sanki
birbirlerine çok tanıdık gelmişlerdi. İsimlerini söylediklerin de ise bütün
düğüm çözülmüştü. Adı Seray’dı. Bir Türktü. Uzak kan çekmek diye bir şey
gerçekten var galiba dedi. Serayla sıkı bir sohbete giriştiler ama daha
sohbetin daha başındayken içeri çekik olmayan bir kız daha girdi.-ki sınıfa hep
kız giriyordu zaten daha erkeğe rastlamamıştılar- üçü de şaşkın şaşkın
birbirlerine baktılar önce. Daha sonra tanıştılar o da Türktü ve adı Zeynep’ti.
Uzak ne kadar şanslı olduğunu bir kez daha anladı. Koca okulda kaç Türk
olabilirdi ki zaten ve onun şansına ikisi ona gönderilmiş özel hediye
gibiydiler. Uzağın Korelilere ya da çekiklere olan antipatisi hala geçmemişti
zaten bu onun için çok çok iyi bir durumdu. Zeynep ve uzak birbirlerine
benziyorlardı, sakin sessiz, olgun, temkinli. Seray ise tam zıtlarıydı;
herkesle tanışmıştı daha ilk gün, çok cana yakındı, neşeliydi. Seray her
tanıştığını Uzak ve Zeynep ile de tanıştırdı. İlk yılları beklediklerinden
kolay ve eğlenceli geçiyordu. 5 kişilik bir gruptular; Uzak, Zeynep, Seray,
Hyorin, Ji eun. İlerleyen zamanlarda grupları bazen büyüdü ama eski
haline hep döndü. Ama Zeynep hariç hepsi uzağın sadece çok iyi arkadaşlarıydı.
Zeynep ise onun dostu olmuştu. Ondan hiçbir şey saklayamaz olmuştu. Diğer 5
dostundan saklayamadığı gibi.


    Bir 4 yılı daha çok güzel geçmişti. Gerçekten şanslıydı. Annesinin
durumu da çok iyiydi. Çünkü uzağın 4 arkadaşının anneleri de onun annesini
arkadaşı olmuştu. Bütün aile Kore’ye çok iyi adapte olmuştu artık. Hatta uzak
bile. Artık Kore’yi seviyordu. Burada yaşamayı düşünüyordu. Ama Kore’yi
sevmesi burada yaşadığı 4 yıldan ya da buradaki Koreli arkadaşları sayesin de
olmadı. Hiç beklenmeyen bir şekilde oldu. Türkiye’de ki 5 dostundan biri olan
Güliz sayesin de olmuştu.

 

      Güliz onlar birinci sınıfın sonundayken Uzağa Kore dizileriyle alakalı mesajlar atmaya başladı. E-postasında her gün Güliz’den gelen mesaj oluyordu. Güliz ısrarla bir diziyi izlemesini söylüyordu. Uzak da merak etmişti ama kardeşi ve annesiyle bu dizileri deli  gibi izledikleri için dalga geçmişti. Gururuna yediremiyordu anlaşılan. Ama Güliz’in yılmadan mesaj göndermesi pes ettirmişti. Hem Güliz tıp fakültesin de okuyordu, hazırlığı da direk geçtiği için yoğun bir okul hayatı vardı. Eğer Güliz o yoğunluğuyla izlemişse ben de izlerim rahatça diye düşünmüştü uzak. Ve işte o zaman başladı her şey. Bir hafta için de 3 dizi toplam da 66 bölüm izleyerek kendi dizi izleme rekorunu kırdı uzak.

 

      Genellikle Hollywood ve Bollywood yani Amerikan ve Hindistan
yapımı filmleri izler, çokça da kitap okurdu. Ama bu diziler onu psikopata
çevirmişti. Önce diziler, sonra dizilerin ost’ları derken Kpop ve Kore
tarihine ilgi duymaya başladı. 3 yıl için de arkadaşları ve ailesiyle gitmediği
tarihi ve ilgi çekici mekan kalmamıştı. Kpop olarak önce ss501 dinledi o
ara suju diye bir grup duymuş ama çok kalabalık oldukları için kafasını
karıştırmış ve onları rafa kaldırmıştı. Hyorin ve ji eun sayesin de 
bigbang,mbloq, shine, t-ara yı keşfetmişti. No other diye bir kliple
karşılaştıktan sonraysa super junioru raftan indirmişti. Şuan ise Kpop’u
gerçekten seviyordu.


     Anlayacağınız Uzağın erkekler dışında her şeyle ilgisi vardı. Bir tek
erkeklerle alakası olmamıştı. Yani arkadaşlarının erkek arkadaşlarıyla iyi
geçinirdi hep. Ama onun dışında hiçbir ilgisi olmamıştı. Bu güne kadar
yakışıklı dediği kişiler de sadece Koreli birkaç ünlü olmuştu. Bir kişi daha
olacaktı ama onunla daha tanışamamıştı.


      Uzak üniversitede kalmak istiyordu. Yüksek lisans başvurusu
kendi üniversitesi tarafından kabul edilmişti. 2 yıl daha üniversitedeydi. Hayorin, Ji eun, Seray ve Zeynep mesleklerine başlamışlardı. Türkiye’deki dostlarından 2’side öğretmendi ve onlarda çalışma hayatına
girmişlerdi. Uzak ise hep öğrenci olmak istiyordu. Ona göre öğrencilik dünyanın
en güzel mesleğiydi. 2 yıl daha öğrenciydi ilk yılın da yüksek lisans
derslerini alacak ikinci yıl ise bitirme tezini hazırlayacaktı.


      İşte tam da o zaman tanıştı onunla. Ji woo ile aynı dersleri alıyorlardı. Ve ikisinin de tezlerinden sorumlu olacak profesör aynıydı. Normalde böyle şeylere inanmazdı uzak. Hele aşk insanların kendilerini inandırdıkları sahte bir duyguydu. Sevginin abartı haliydi. Onun kalbi paraşütle atlarken de çok hızlı çarpıyordu yada paraşütle atlarken de karnında kelebekler uçuşuyordu. Eğer aşkın belirtileri bunlar ise Uzak paraşüte aşıktı. Evet her atlamaya giderken heyecandan ölecekmiş gibi hissediyordu ve her atlayışında çok mutlu oluyor ve bir daha ki buluşmalarını iple çekiyordu. Kesinlikle paraşüte aşık olmalıydı. Ama ji woo ile tanıştığından beri bu belirtilerin hepsini ona da gösteriyordu. Onu tanıdığından beri yemeklerin daha lezzetli olduğunu, dünyanın daha yaşanılası bir yer olduğun, yağmurlu çamurlu günlerin bile çok güzel günler olduğunu düşünmeye başlamıştı. Sanki pembe gözlükler takmıştı. Beyni yani mantığı bu yaptıklarının, hissettiklerinin hepsinin beyinsizlik olduğunu söylüyordu ona. Ama olmuştu işte. O konuşurken kalbinin sesinden onu duyamayacağını düşünüyordu. Ve bir gün kalbinin sesini duymasından korkuyordu. Aslında korkmuyordu duymasını umuyordu. Yoksa ona söyleyebilecek cesareti yoktu.


      Yüksek lisansın ilk yılı da böyle bitmişti kalp çarpıntısıyla. Arkadaşlarıyla görüşüyordu ama hiç birine ben birine aşık oldum diyemiyordu. Aslında Zeynep bir farklılık olduğunu anlamış ısrar etmiş ama cevap alamamıştı. Uzak söyleyemiyordu böyle şeyleri kendini izlediği bir anime deki kıza
benzetiyordu çoğu zaman. Bu konu da sawako bile ondan daha iyiydi.(sawako anime karakteri) 


    Yaz mevsiminde olduğu için babası yıllık iznini alarak Türkiye yollarına
düştüler ailecek. Ama çok azdı tatilleri. Korelilerin yıllık izinleri sadece 5
gün ama Allahtan babasının şirketi Türk şirketi olduğu için 15 günlük bir
tatilleri vardı. 15 gün boyunca akrabalarıyla görüşüp Türkiye’de küçük bir gezi
yaptılar. Uzak ailesini yolcu ederken kalan 15 gününü nasıl değerlendireceğini
düşünüyordu. Kalan 15 günü de 5 dostuyla geçirdi. Onlarda anladılar uzakta bir farklılık olduğunu. Uzak onlara sadece birinden hoşlandığını söyleyebilmişti. Ama kim olduğu hakkında bir bilgi vermemişti.


      Türkiye de bir güzel şey daha yapmıştı kendince uzak. Zeynep ve
Seray’da tatil için Türkiye’deydi. Onları Türkiye’deki dostlarıyla tanıştırdı.
Çok iyi anlaşmıştı hepsi. Hatta 5 gün boyunca 8 kafadarın yapmadığı şeyler
kalmamıştı. Uzak en büyük hayalini de gerçekleştirmişti. Ölü denizin üzerinde
paraşütle uçmuştu. Ne zaman başlamıştı bu uçmak sevdası hatırlamıyordu ama onu tanıyan herkes onun en ütopik hayalini bilirlerdi; zeplinde yaşamak. Çoğu
kişinin ilk tepkisi zeplin ne ki olurdu, alışmıştı artık.


    O gün bir şey daha olmuştu aslında ama uzak çok da fark edememişti.
Zeynep’in ailesi Fethiyeliydi. 8 kafadar tatillerinin 3 gününü burada
tamamlayacaktı. Zaten gezmek için paraları da kalmamıştı. Uzağın yıllar
öncesinden ölü denize ilk geldiği zamanlardan beri tek hayali ölü denizin
üstünde paraşütle uçmaktı. Ve Zeynep’te söz vermişti uzağa seni atlatacağım
oradan diye. Zeynep her şeyi ayarlamıştı ama uzağa söylememişti. Uzak ise ölü
denize yaklaştıkça gökyüzünde resmen dans eden paraşütleri gördükçe hem
heyecanlanıyor hem de kendine bütün parasını harcadığı için kızıyordu. Zeynep
arabanın direksiyonunu ölü denizin merkezi dışında bir yere sürünce hepsi
şaşırmıştı. Zeynep ise manzaranın süper olacağı bir yere gideceklerini
söylüyordu. Ulaştıkları yer ise paraşütçülerin atlamalarını
gerçekleştirdiği yerdi. Ve işte bir sürpriz onları bekliyordu. Zeynep’in
dayısı paraşütçülerden sorumluydu hem de onların eğitimcisiydi. Zeynep’te
dayısından uzak için ricada bulunmuştu. Uzağın gerçekleşmesi mümkün olan
en büyük hayali gerçekleşecekti işte. Uzak ise mutluluktan uçuyordu, paraşütle
uçmadan hemen evvel. Uzak Kore’de tek başına rahatça uçabiliyordu ama Zeynep’in dayısı bu kadarına müsaade etmedi. Uzak ve dayı bey hazırlanmaya
başladığında diğer 6 kız onlara yalvaran gözlerle bakıyordu. Hepsi çılgınlık
yaparlardı ama bu onlar için bu fazlaydı hem de çok fazla. Zeynep’e olan
bakışları ise öldürücüydü, ne yaptığını sanıyorsun bakışıydı. Hatta Seray
Zeynep’e biraz kızıyordu bile. O sırada uzağın dikkatini biri çekti o da
hazırlıklarını yapmış atlayışı bekliyordu. Ama dikkatini çekme sebebi onları
izliyor oluşuydu. Uzak dikkatli bir şekilde bakınca onun çekik olduğunu fark
etti, ayrıca sanki onu bir yerlerde görmüştü. Ama başındaki bandana ve
gözündeki garip uçuş gözlüklerinden yüzü tam ortada değildi. Uzağın ona
baktığını fark ettiğinde İngilizce olarak bol şans dedi ve eğitmeninin
yanına gitti. Uzak ölü denizin üstün de gökyüzündeydi ve bu harika bir
şeydi. O zaman bir kez daha anlamış oldu o kesinlikle paraşüte aşıktı.Jiwoo’ya ise biraz daha fazla aşıktı.


     Kore’deydi artık tez hazırlamalıydı. Tezinin konusu belliydi zaten. Tek gereken araştırması ve kendine özgü bulgular bulmasıydı. Ayrıca Seray da bu yıl okuldaydı. Seray bu yıl kabul edilmişti yüksek lisans programına. Bu yılı uzak ve onun notları sayesinde rahat geçireceği beliydi.


     Seray ve Uzak bir gün bahçede oturmuş bazı notlar üzerinde tartışıyordu. Ji woo ise uzağı arıyordu her yerde. Tez ile ilgili bir form doldurup bugün teslim etmeleri gerekiyordu. Ji woo onu bahçenin bir köşesinde bir kızla gördü. Ji woo yanlarına yaklaştıkça kalbinin daha hızlı çarpmaya başladığını fark etti. Tam olarak seray’a karşı yürüyordu ve her adımında seray’ın yüzünü daha iyi görebiliyordu. Onun her hareketi sanki ji woo’nun dünyasını değiştiriyor daha yaşanılası yapıyordu. Ji woo ne olduğunu anlayamamıştı. “Belli ki bu kızdan çok etkilendin ji woo” dedi kendi kendine. Seray’da da bir farklılık oluştu ji woo’yu gördüğü an. Kalbinin niye bu kadar aşırı tepki verdiğini merak etti aslında. İkisi de kendi dünyalarında bir şeylerin değiştiğinin farkındaydı. Farkında olmayan tek kişi Uzak’tı. Seray ve ji woo’yu tanıştırdı. Ji woo’nun bahsettiği formu doldurmak için yanlarından koşarak ayrıldı. Tabi bu arada, arkasını dönüp ji woo’ya o dönene kadar serayla ilgilenmesini istedi. Şu an kaderin bir piyonu olduğunu nerden bilecekti ki. Uzak işlemleri hallederken; Seray ve Ji woo derslerden oradan buradan konuşmaya başladılar. Kısa süre sonra Seray’ın öğrencilerinden birinin ji woonun yeğeni olduğunu anladılar. İlerleyen konuşmalarda ji woo’nn evinin Seray’ın okulunun yanında olduğunu keşfettiler.



      Uzak, seray ve ji woo okulda oldukları zamanlarda birlikte vakit geçirmeye başladılar. Ji woo ve Uzak sabahları evlerinde ya da kütüphanelerde araştırma yapıyor, öğleden sonraları ise okulda dokümanlarını düzenliyorlardı. Seray’da sabahtan okulunda öğrencileriyle birlikte oluyor, öğleden sonraları ise üniversitenin yolunu tutuyordu. Ki genellikle ji woo ile birlikte üniversiteye geliyorlardı. Ji woo öğleden sonraları yani seray’ın işinin biteceği zamanlar onun okulun çevresine geliyor. Seray’ın okuldan çıktığını gördüğü an tesadüfen karşılaşmış gibi yapıp birlikte okula gelmelerini sağlıyordu.    

 

   Günlerin böyle ilerlediği hakkında hiçbir fikri yoktu uzağın. Kalbi hala ji woo’da olsa da aklı tezindeydi. Aklının tezinde olduğunu teze başlamasının üzerinden 5 ay geçmeden tezinin neredeyse bitmiş olmasından anlaşılıyordu zaten. İşte tam da bu sıralar ji woo ve seray cephesinde farlılıklar vardı. Ji woo sonunda içindeki her şeyi seray’a dökmüştü. Bütün karşılaşmalarının tesadüf olmadığını hepsini kendinin ayarladığını, ona olan aşkını, daha ilk gördüğü anda dünyasının nasıl değiştiğini… Seray ise bir gün bunun olacağını biliyormuş gibi sessizce bekledi önce sonrada ji woo’ya “niye bu kadar geciktin aptal” dedi ve boynuna atladı. Ve bir çift yürek için mutluluğun başlangıcıydı bu. Bir yürek ise ne olduğundan habersiz acımaya başlamıştı, sanki biri kalbini iki elinin arasına almışta sıkıştırıyormuş gibi hissediyordu.


    Çiftimiz ilk olarak bunu tabiî ki bu mutluluğun temellerini atıp
onları tanıştıran kişiye söylemek istediler, Uzağa. Uzağın bunu duyduğu andaki
tepkisi anlamsızdı, önce hiçbir şey demeden bir seray’a bir ji woo’ya baktı. O
an aklından binlerce düşünce geçiyordu. Düşüncelerinden biri de şu an ikisinin
de gözlerinin daha önce görmediği bir şekilde parlamasıydı. Gözlerinden akmak
için hazır bekleyen gözyaşlarını tutarak onları tebrik etti. Çok şaşırdığını ve
ona hiç çaktırmadıklarını da söyleyerek azarladı biraz da. Yeni çift bu günü
tatil ilan ettiklerini ve eğleneceklerini söyleyerek yanından ayrıldılar.
Arkalarından son sitemini de yapmayı eksik etmedi tabi ki uzak “ ikiniz içinde
pabucumuz dama atıldı desenize bundan sonra beni hepten yalnız bırakırsınız
zaten hadi bugünlük benden de izinlisiniz” seray arkadaşının sözlerinden sonra
ona üzgün üzgün baktı ama uzağın ona gülümsediğini görünce oda
gülümseyerek yoluna devam etti. Ama kalbinde bir şey vardı seray’ın
anlamlandıramadığı bir şey, acıyordu sanki.


     Uzak arkalarından öylece baktı ve gözyaşları akmaya başladı yavaşça.
Aslında bugün onlara tezini tamamladığını ve kurula teslim ettiğini
söyleyecekti. Okula gelmekteki bir diğer amacı ise uzun zamandır yoğun olduğu
için vakit geçiremediği arkadaşıyla vakit geçirmek ve ji woo’yu doyasıya
seyretmekti. Bunu nasıl fark etmemişti en azından hazırlıklı olurdum diye düşündü. Sonra düşüncesinin saçmalığına güldü. Hazırlıklı olmak… sevdiğin adamın ve en yakın arkadaşlarından biriyle çıkmasına nasıl hazırlanılırdı ki ya da insan buna nasıl hazır hissederdi. Birine bunları anlatmalıydı ama kime? Herkes seray’ı tanıyordu tanımayan biri olmalıydı. İçini dökmeliydi yoksa daha kötü olacaktı. Duygularını kimseye söyleyememişti zaten bir de bun içinde tutarsa kötü bir depresyona girme olasılığı artardı. O an aklına büyükanne geldi. Büyükanne komşularıydı annesinin arkadaşıydı. Onunla hep dertleşmişti 4 yıl boyunca. Son 2 yıldır dertleşemiyordu çünkü büyükanne kansere yenik düşmüştü. Onunla en son o komadayken konuşmuştu. Şimdi de ona gitmeliydi.


   Kızaran gözleriyle Busan mezarlığına giden otobüse bindi Uzak.
İnsanların bakışlarına aldırmadan ağladı ağladı. Tam ağlamayı kestiği sırada
mezarlığa ulaştı otobüs. Otobüsten inerken insanların kendini izlediğini
hissediyordu Uzak. Arkasında bakıp iç çekenlerin onu annesini ya da babasını
belki de sevgilisini kaybettiği için ağlayan biri diye düşündüklerinden emindi. Ama haklı değil miydiler sevdiği adamı kaybetmemiş miydi, ölmemişti ama sonsuza kadar kaybetmişti onu. Hatta belki de en arkadaşını da kaybetmişti. Bir daha Seray’ın yüzüne nasıl bakabilirdi. Bir kez utanırdı ondan. Sonuç olarak onun sevgilisinden hoşlanmıştı ne zaman olduğu önemli değildi. Bunları düşünerek mezarın başına vardı. Önce selamladı büyükanneyi Koreliler gibi.
Yoksa büyükanne kızardı ona. Bu selamlamayı büyükanne öğretmişti ona büyüklerini nerde olursan ol selamlamalısın onların anlayacağı bir biçimde diyerek. Oturdu mezarın yanına ve anlatmaya başladı en başından itibaren. Bunu ona tekrar hatırlatamayacak olan tek kişiye anlatıyordu. Anlattıkça ağlıyordu. Bir ara kendini kaybetti hıçkırarak sesli bir şekilde ağlamaya
başladı.


    Tabi ki bu mezarlığın başka ziyaretçileri de vardı. Elinde beyaz
gülleriyle geçen sene kaybettiği büyükannesini ziyarete gelmişti bir genç. Ama
büyükannesinin yan tarafındaki mezarın başında hıçkırarak ağlayan kızı görünce vazgeçti. Bir süre beklemeye karar verdi. En azından ağlayan kişi içini sonuna kadar döksün dedi kendi kendine. Kızın sakinleştiğini görünce, ağacın arkasından çıkıp büyük annesinin yanına gitti genç adam. Kız bir şeyler anlatıyordu ama o kadar sessiz anlatıyordu ki duyamıyordu genç.  Uzak yan tarafında biri olduğunu fark etti ama bakamadı o tarafa. O da ziyarete gelmiştir diye düşündü, aslında düşünmeye bile hali yoktu. Genç adam büyükannesiyle vedalaşıp, ayrılmak için ayağa kalktı. Gözü yine yan tarafta ağlayan kıza takıldı. Büyükannesine aldığı gül buketinden tomurcuk halindeki bir gülü çekip, aldı. Kıza yaklaşarak, çiçeği ona uzattı. Uzak ne olduğunu anlamamıştı. Birden önünde beyaz tomurcuk halinde bir gül gördü. Daha sonra bunu ona uzatana doğru döndü. Kalbi farklı atıyordu şuan; heyecan, korku ve birazda utanç. Sanki bir yerlerden tanıyordu bu adamı ama gözündeki güneş gözlükleri başındaki şapkasıyla çok da seçilmiyordu yüzü. Uzak kendine uzatılan gülü alırken genç adam “şu an olduğu yerde gerçekten çok mutludur bence” dedi ve uzaklaştı. Bu aslında teselli için söylenmiş sözlerdi ama tam zıttı bir etki yaratacağını bilemezdi genç adam. Uzak ise evet şuan olduğu yerde çok mutlu olduğunu bende biliyorum diyerek tekrar ağlamaya başladı.


     Genç adam ise arabasında biraz önceki şaşkınlığını atamamış, öylece
duruyordu. Bu kız o kızdı. Ölü denizde paraşüt atlayışı sırasında gördüğü kız.
Kız dikkatini çekmişti çünkü orada onun kadar atlama can atan ve mutluluktan
havalara uçan biri daha yoktu. Ve mutluluktan gözleri o kadar parlıyordu ki
genç adamın gözlerini kamaştırmıştı. Şimdiyse o parlayan gözler karanlık ve
derindi. O zaman mutlulukla parlayan gözleri şuan çok üzgündü ve  o
gözler ölüyordu. Kalbinin atışı hala düzene girmemişti genç adamın.
Gerçekten korktum galiba dedi genç adam ve yola koyuldu.


    Uzak ise sakinleşince büyükannesine bir daha ağlamayacağına söz
vererek oradan uzaklaştı. Otobüse binerek evinin yolunu tuttu. Bir an gözü
beyaz güle takıldı. Ama düşünmek şuan için çok zahmetliydi ve gözlerini
kapattı. Mezarlık ve ineceği durağın arası neredeyse 1 saatti ve bu bir saati
uyuyarak geçirdi. Eve yaklaştığında aklına şuan nasıl göründüğü sorusu takıldı.
Apartmanın asansöründe kendiyle karşılaşınca ufak çaplı bir şok geçirdi. Çünkü
berbatında ötesinde bir görüntüsü vardı şuan. O kadar ağlamanın üstüne
birde 1 saat uyku tam bir hayalet gibiydi. Saçını düzeltip yüzüne birkaç bir
şey sürüp eve girdi. Evdekiler gözlerine ne olduğu sorduğundaysa
lenslerinin kullanım süresinin dolduğunu ve alerji yaptığını söyledi. 


    Ve bundan sonra 1 ay yani mart uzak için çok sakin ve tek moda geçti. Okula gitmiyordu, çünkü yapacak bir şeyi yoktu. Kurulun kararını bekliyordu ve mart ayının sonunda kurulun karşısına geçip tezinin savunmasını yapacak, nisanın sonunda da tezinin kabul edilip edilmediği açıklanacaktı. Her sabah normal bir şekilde kalkıp kahvaltı yapıyor, daha sonra boş boş pusan sokaklarında dolaşıyordu. Arkadaşları onunla buluşmak istediğindeyse bahaneler buluyor, buluşmuyordu. Akşama doğru eve gelip, yatıyor ve uyuyordu. Bütün günleri birbirinin aynısıydı. Ailesi onun için endişeleniyor. Bu halini yoğun bir tez hazırlama sürecinden sonra boşlukta olmasına bağlıyorlardı. Babası tezin sonucu açıklanana kadar ki zamanda kızının böyle devam etmesini istemiyordu. Bunun için ona Türkiye’ye gitme teklifinde bulundu. Bu uzak için paha biçilemez bir fırsattı. Çünkü şuan tek istediği Busan’dan kaçmaktı.


     31 mart günü tezinin savunmasını başarılı bir şekilde yapıp soluğu Gimhae
havaalanında aldı. Buradan önce Seul Incheon havaalanına gidecek, 3 saat
sonrada Türkiye uçağına binecekti. Incheon havaalanındaydı, aklı 6 yıl öncesine
buraya kalıcı olarak geldiği ilk güne gitti. Neredeyse aynı ruh halindeydi o
gün de. Buraya gelmeyi hiç istememişti, bu kadar kırılacağını daha o zaman
anlamış olmalı ki o günde kalbi bu kadar sıkışmıştı. O zaman bu kadar büyük bir
yerden korktuğu için olduğunu düşünmüştü oysa. Uzak bu düşüncelere dalmışken, havaalanında çığlıklar yükselmeye başladı. O günle bu gün niye bu kadar çok benziyor dedi uzak. O zamanda bir ünlü ve ardından çığlık çığlığa kız ordusunu görmüştü ve ilk kez gördüğü bu sahneyi büyük bir şaşkınlıkla izlemişti. Şimdiyse normal karşılamıştı, oturduğu yerden kalkma zahmetine bile girmemişti. Yaklaşan kalabalığı izliyordu, çok eğlenceli bir şeymiş bunu izlemek dedi kendine. Sonra birini fark etti. O kalabalığın içinde değil ama çok yakınlarında onlarla aynı yöne giden biri. Dizlerine kadar toprak rengi bir kaban vardı ve yakası ile yüzünün bir kısmı kapatılmıştı, başındaysa bir şapka vardı. Kafasını önüne doğru eğmiş gözlerini de saklıyordu. Uzak kesin bu da ünlü diğerlerinden farkı ise iyi gizlenmiş dedi yine sesli bir şekilde kendine. Bu ara kendi kendine sesli konuşmaları artmıştı zaten. Uzak onları izlerken
kalabalık iyice yaklaşmıştı, Uzağın tam önünden geçeceklerdi. Uzak ise
sanki bir futbol maçındaydı ve futbolcu gole doğru hızla ilerken onu heyecanla izleyen taraftarlar gibiydi. Kalabalık yaklaştıkça gözleri parlayarak onlara bakıyordu. Bu durumdan çok eğlendiği her halinden belliydi. Ve işte kalabalık önünden geçiyordu. Ama ünlüleri görememişti. Konuşmalara kulak vermek istedi belki adlarını söylerler umuduyla ama tek
duyduğu çığlıklar ve oppa lafıydı. Oppa lafını da hiç sevememişti zaten.
Kalabalığın hemen ardından biraz önce gözüne takılan kabanlı geçti önünden ve
sadece 2 saniyeliğine ona baktı. Kabanlı yürüme ritmini değiştirmeyerek hızlıca
devam etti. Uzağa çok tanıdık gelmişti. Bunu düşününce iyice saçmalıyorsun Uzak dedi. Hiç bir zaman Korelilerin birbirine benzediğini düşünmemişti. En azından havaalanında
sıkılmayıp, eğlendiğini düşünerek uçağa bindi Uzak. Geri gelmeyi hiç
istemediğini de düşünerek.


    Türkiye her zaman ki gibi çok güzeldi. Bahar erken gelmişti.
Nisan ayında ülkem gerçekten çok güzel diye düşündü Uzak. 1 ayını akrabaları ve arkadaşlarıyla geçirdi. Gezdi, eğlendi ve düşünmemeye çalıştı. Arkadaşları bir
farlılık olduğunu anlamışlardı. Sanki Uzak 2-3 yaş birden büyümüştü şu
görmedikleri 9 ayda. Olgunlaşmıştı Uzak. Çılgınlıkları vardı yine ama o
zamanlarda bile olgun görünüyordu. Ne olduğunu sorsalar bile cevap
alamayacaklarını biliyorlardı. Anlatacak olsa anlatırdı zaten uzak içinde
tutamazdı. Arkadaşları ne olduğunu bilmedikleri halde onun çok üzülmüş ve acı
çekmiş olduğunu anlamış ve onu eğlendirmek ve mutlu etmek için normalden fazla çaba harcamışlardı. Ve sonuç olarak uzak onlar sayesinde gülmüş ve diğer
zamanlardaki gibi yine onlar sayesinde olanların üstesinden gelmek için adım
atmıştı, zihnen. Ve yeni karalar almıştı uzak. Ailesinin Kore dışına izin
vermeyeceklerini tahmin ettiği için Seul’deki üniversitelere doktora için
başvuracaktı. En azında Busan’dan uzaklaşacaktı.


     Mayıs ayının başında Busan’daydı Uzak. Tezi kabul edilmiş hatta çok
beğenilmişti. Kuruldakilerden yayın evi sahibi, eğitici hatta bir ders kitabı
olarak tezini basmak istediklerini söylemişti. Çok mutlu olmuştu Uzak. Hem tezi
kabul edilmişti hem tezinden para kazanacaktı hem de elde ettiği bu referanslarla Seul’de bir üniversite tarafından kabul edilme olasılığı artmıştı.


     Ailesinin de onayını alarak Seul’deki üniversitelere başvurularda
bulundu önce, sonrada mülakatlarını katıldı. Seul’deydi şimdi ve kabul edilmeyi
gerçekten istediği üniversitenin mülakatına gidiyordu. Hava çok güzeldi, her
şey çok umut verici gözükmüştü gözüne bu gün. Otobüsün camından dışarı elini
uzattı, havayı yakalamak istercesine. Eli dışarıda yola devem etti. Hava çok
güzeldi aslında ama hızla yaklaşan bulutlar vardı. İstanbul’a sinir olurdu
yağmur konusunda ne zaman yağacağı hiç belli olmazdı. Ama burası daha
dengesizdi. Çok güzel bir havada aniden 5-10 dakikalık yağmur yağabilirdi.
Bugününde öyle bir gün olacağını hissediyordu. Dönmeden önceki son ışıklarda
durduğunda otobüs, uzakta tam da o anda elinde bir şeyler hissetti. Aklına
gelen olmuştu işte. Küçük yağmur damlaları yavaşça düşmeye başlamıştı. Uzağın tam yanındaki siyah lüks minibüsün camı açıldı ve bir el uzandı yağmur
damlalarını yakalamaya. Uzak gülümsedi eli görünce herkes böyle güzel bir günde gerçekten yağmur yağdığına inanamıyor diye düşündü. Otobüs hızlanmaya başladığı an da arabadan elini uzatana gözü takıldı Uzağın. O da uzağa bakıyordu. Ama tam da o anda otobüs sağa döndü, siyah minibüs ise düz devam etti. Bu sefer emindi Uzak onu görmüştü, mezarlıkta gördüğü gençti o. Başka bir şey daha vardı için de sanki bu onu ikinci görüşü değildi.


    Uzak o çok istediği üniversiteye kabul edilmişti. 2 ay sonra hem orada araştırma görevlisi olarak çalışacak hem de doktorasını yapacaktı. Buna sevinmesinin bir sebebi daha vardı. Seray ve ji woo evlenmeye karar vermişti. Onların düğününden hemen sonra seul’e taşınacaktı uzak. Düğün haberlerini aldığında içi acımadı uzağın sadece biraz kırıldı. Ama onlar adına çok mutlu oldu. Seray ve ji woo’nun özel isteği ile tüm düğün organizasyonunu Uzak hazırladı. Her şeyi mükemmel bir şekilde hazırladı. Seray ve ji woo’nun gözü
mutluluktan hiç bir şey görmüyordu. Hatta öyle ki ji woo tezinin kabul edilmeyişine bile üzülmemişti. Düğünü de çok güzel, sakin bir şekilde atlatmışlardı. Düğün de biraz üzgün hissetse de bunu artık umursamıyordu uzak. Onun durgunluğunu görenlerse yorgunluğuna bağlıyordu. Çünkü çok yorulmuştu hazırlıklarla, kendi düğünü için ne hayal ettiyse onları yapmıştı.


   Seul üniversitesindeydi Uzak artık. Ona burada her yer hakkında bilgi
veren biri vardı ve iyi anlaşmıştı onunla. Uzak üniversitenin misafirhanesinde
kalıyordu şimdilik ama iki ay içinde kendine ev bulması gerekiyordu. Ne kadar
aradıysa da kendine uygun bir ev bulamamıştı. Ailesinden para almak istemiyordu, artık 24 yaşındaydı. Okuldan aldığı para geçinmesi için yeterdi ama evin depozitosu ve ilk kirası için kesinlikle yetmiyordu. Kore’de ev kira ve depozitoları gerçekten çok fazlaydı. Tezinin kitap haline getirilmesinden alacağı para vardı ama şimdilik biraz avans alabilmişti. Bu avans da bulduğu evler için yetmiyordu.


    Uzak ev için bir çözüm bulamamıştı ama iyi arkadaşlar edinmişti. En
iyi arkadaşıysa Ahra olmuştu. Ondan 6 yaş büyüktü, onun ablası gibi olmuştu
daha ilk günden. Ona her konuda yardımcı olmaya çalışıyordu. Sadece o değil
diğer hocaların çoğu da ona yardım etmeye çalışıyordu. Burada tanıdığı
Koreliler Busan’dakilerden daha iyi gelmişti ona. Buradakilerin çoğu farklı
ülkelerde eğitim almışlardı. Bu yüzden ülkenden ayrı yaşamak nasıl bir şey
biliyorlardı. Herkese ve her şeye geleneksel bir Koreliden daha farlı bir bakış
açışıyla bakabiliyorlardı.


    Ahra ile çok güzel vakit geçiriyorlardı. Ahra onu bir akşam yemeğe ve yatıya
davet etmişti. Bu sırada Ahranın kuzeniyle de tanışmıştı. Ahra ailesinden
bahsetmişti. Babasının devlet komisyonunda çalışıyor annesi ise öğretim
görevlisiymiş bir sanat okulunda. Erkek kardeşi işe gösteri dünyasındaymış.
Gösteri dünyasından kastı anlamamıştı ama yapımcı galiba diye düşündü uzak.
Ahra kuzeni ile birlikte yaşıyordu. 30 yaşında ve evlenmeyi düşünmeyen bir
kızdı. Kuzeni Mina Uzak ile aynı yaştaydı ve bir şirkette çalışıyordu.
Mina ve Ahra ile o akşam çok eğlenmişti Uzak. İkisi de çok sıcakkanlı
insanlardı. Akşam konuşurken yine ev konusuna gelmişti mesele. Uzağın 1 hafta
içinde taşınması gerekiyordu artık ama ne yapacağını bilemiyordu. Mina Ahra’ya “aslında şu ufaklığın odasını keşke Uzağa verebilsek” dedi. Ahra açıklama yapma gereği hissetti. “ ufaklık erkek kardeşim olur, o arkadaşlarıyla kalıyor ama bazen sıkıldığında ya da bizi özlediğinde buraya gelir. Ve içerideki 3. Odada onundur. Eşyaları falanda vardır.” Dedi Uzak “önemli değil zaten daha beni 2 aydır tanıyorsunuz biraz tehlikeli olur sizin için ailelerinizi de endişelendirmeyelim hem” dedi.


     Ertesi sabah zilin sesiyle uyandılar. Gelen ev sahibiydi. Biraz titiz bir
adamdı, kirayı yatıracakları hesap numarasının değiştiğini söylemek için
gelmişti. Adam gittikten sonra Ahra ve Mina birbirlerine şaşkınlıkla baktılar. “Bu
adam buraya gelmezdi kesin bir şey peşinde. Daha doğrusu para peşindedir. Acaba bahçeyi falan mı birilerine kiralıyor ki” dedi Ahra. Okula gitmek için evden çıktılar. Apartmanın girişindeki panoda bir ilan ile karşılaştılar. Üçü de aynı şeyi düşünüyordu ve üçü de aynı anda küçük birer çığlık attılar. Çünkü apartmanın çatı katındaki küçük daireyi Uzağa göre uygun bir fiyata kiralıyordu. "Çatı katındaki daire kullanılmıyordu, ev sahibi orayı düzenleyip kiraya vermeye karar verdiği için buradaymış sabah, bu fırsatı kaçırma uzak” dedi Mina.


    Uzak ev sahibiyle anlaştı ve çatı katındaki daireye yerleşti. Burası tam da
Uzağın istediği gibiydi. Mutfakla birleşik bir salonu ve bir de yatak odası
vardı, ev sadece bundan ibaretti ama teras kısmı her şeye değerdi.


     Ahra ve Uzak, uzağın dairesinde onun eşyalarını yerleştiriyordular. Uzak kutudan çıkan bir resme dalıp gitti. Resimde o ve kardeşi vardı. Ailesiyle Fransa’ya geziye gittiklerinde çekilmişti, Eiffel kulesinde. 9 yaşındaydı o zaman, o gün çok heyecanlanmıştı. Eiffel kulesi çok yüksekti ama oradan etrafa bakmak çok eğlenceliydi. Ve o zamanlar çok mutluydular. Sonra fotoğrafta onların arkasındaki abla kardeşe gözü takıldı. Onları hatırlıyordu, çok sevimli gelmişlerdi o zaman. Çekik gözlü bir aileydiler. Ama o zaman ki yaşıyla onların hangi ülkeden olduklarını anlayamamıştı. Ama şimdi daha dikkatli bakınca onların Koreli olduğunu fark etti. Kız 13-14 yaşında görünüyordu, erkek ise 10-11 yaşlarındaydı. İkisi de çok güzel ve tatlıydı.

Acaba şimdi nasıl görünüyorlardır diye düşündü. Kıza daha dikkatli baktı ve o
an kafasını kaldırıp Ahra’ya baktı. Bir fotoğrafa bir Ahra’ya baktı birkaç kez.
Daha sonra Ahra’ya “15 yıl önce Eiffel kulesine gittin mi” diye sordu. Ahra bu
beklenmedik soruya çok şaşırdı. Uzağın şaka falan yaptığını düşündü ama
arkadaşı çok ciddiydi. “hmm bi düşüneyim oraya gittim ama ne zamandı 15 yaşındaydım yani evet 15 yıl önce gittim, ne oldu ki?” dedi. Şimdi şaşırma sırası
Uzaktaydı. Daha sonra hemen fotoğrafı ona uzattı. “Buradaki sen misin?” Ahra’nın ağzından şaşkınlık içinde “evet” cevabı çıkmıştı. Şimdi ikisi de çok şaşkındı. Ahra da cüzdanını çıkarıp Uzağa bir resim uzattı. Bu da Ahra ve kardeşinin resmiydi, onların arkasında ise Uzak vardı. Sanki fotoğrafı oda çekiliyormuş gibi gülümsemişti. Ahra “bu fotoğrafı hem ben hem de kardeşim yanında taşıyor. O zamanlar seni çok merak etmiştik. Gezi dönüşü hep senin hakkında hayaller kurmuştuk kim olabileceğin hakkında. Hatta o kadar abartmıştık ki babam bile dalga geçer olmuştu bizle. Ufaklığa sen bu kızı bul seni onla evlendireyim diyordu. Yani anlayacağın bu fotoğraf ile sen bizim ailenin ilk gelin adayı olmuştun. Şu an çok şaşırdım. Ufaklık bunu duysa ne yapar acaba. Sizi bir an önce tanıştırmalıyım.” Dedi

    Evi düzenleme işi bitmişti. Mutfakta ramen hazırlıyorlardı. Bu sırada Ahra’nın telefonu çaldı. Çatı katındaki dairede olduğunu oraya gelmesini söyledi. Uzak arayanın Mina olduğunu düşündü. Ahra kapıyı açmaya gitti, uzağın kim olduğunu sormasına izin vermeden. Uzakta masada bir kişilik daha yer ayırdı.


   Biraz sonra karşısında onu gördü. Ama bu sefer ne başında şapkası ne de
gözlüğü vardı. İkisi de birbirine şaşkınlıkla bakıyordu. Karşısındaki adam ölü
denizde, mezarlıkta, havaalanında ve otobüste gördüğü kişiydi. O sırada Ahra “bil bakalım bu kim kyu, “ dedi. Kyu ise kafasını salladı hala şaşkınlıktan konuşamıyordu. Ahra az
önceki fotoğrafı eline alıp Kyu’ya uzattı. Bak bizim hayali arkadaşımız
Uzakmış. Şey bu arada bu kardeşim Kyu kendisini tanıyorsundur kendisinin müzik grubu var. Bu kız da Uzak, kyu” ikisi de hala şaşkın bir haldeydi..
Birbirlerine bakarak aynı anda “tanıştığımıza sevindim” dediler


   Uzak çok şanslı olduğunu düşünmüştü bütün hayatı boyunca.
İngiltere’de şanslıydı hiç zorlanmamıştı orada, Türkiye’ye geri
döndüğünde şanslıydı istediği okulu bir yıllık çalışmayla kazanabilmişti, lise
de şanslıydı en iyi dostlarıyla tanışmıştı, Kore’de şanslıydı
Zeynep,Seray,Hyorin,Ji eun ile tanışmıştı, ölü denize gittiğinde şanslıydı en
büyük hayalini gerçekleştirmiş hatta tanımadığı biri tarafında
yüreklendirilmişti, ji woo ile tanıştığında şanslıydı onun sayesinde aşkı,
sevgiyi anlamıştı, ji woo ve Seray çift olduklarında şanslıydı en yakın
arkadaşını sevdiği adama- sevdiği adamı da en yakın arkadaşına emanet etmişti,
mezarlıkta şanslıydı tanımadığı biri ona teselli için gül hediye etmişti,
havaalanında şanslıydı ünlüler ve kalabalıkları ile eğlenmişti, tezi konusunda
şanslıydı hem onun sayesinde para kazanmış kitabı basılmış hem de onun seul
üniversitesine kabul edilmesinde etkili olmuştu, Seul’de şanslıydı Ahra, mina gibi
ona yardımcı olmaya çalışan arkadaşları vardı, bu yeni evinde şanslıydı ilk kez
9 yaşına sonrada 23-24 yaşında tesadüfen karşılaştığı kişiyle tanışmıştı, kyu
ile tanıştığı için şanslıydı tekrar kalbinin varlığını hissettirmişti. Belki de Uzağın hep şans dediği kaderdi.

  

 

23 Eylül 2020 Çarşamba

RÜYA KAPSÜLÜ

 


2018 yılında yazdığım kısa bir öyküyü paylaşıyorum. Muhtemelen kimse görmeyecek yada dikkate alınacak bir öykü olmayacak olsa da içimdeki paylaşma isteğine kulak verdim. 

     Terliklerini sürüyerek çocukların odasına doğru yürüdü. Bir zamanlar çocukların sesleri ile dolu olan oda, artık kızlarının evlerinde istemediği ama atmaya da kıyamadıkları eşyalarla doluydu. Odanın eski kapısı kızlarının çocukken yapıştırdıkları stickerların izlerini de, genç kız olduklarında yapıştırıp 3-4 yıl çıkarmadıkları posterin ardından kalan gölgeleri de hala taşıyordu. Sahipleri ile fiziksel bağları kopan ama gönül bağları kopamayan eşyalar üst üste dizilmiş tüm odayı kaplamıştı. Torununun pembe beşiği, büyük kızının ilk evine aldığı yemek masası, küçük damadının yıllar önce alıp bir ay kullandığı masaj koltuğu... Eşyalara bakmaya devam ederken kapının zilini duydu. Beklediği Eski eşyalara yeni sahip bulma şirketinin elemanları gelmişti. Eskiden ne kadar kolay isimleri vardı her mesleğin, bildiğin Eskiciydi gelenler. Ama zaman değişmişti, her şeyin her mesleğin afili bir ismi vardı. Gelen elemanlar odadaki tüm eşyaları ve evdeki bazılarını yarım saat içinde alıp gitmişlerdi.

      Şimdi sırada yıllardan beri dolaplarda biriktirdiği kıyafetlerdeydi. Bütün kıyafetleri salonun ortasına getirdi, marketten aldığı geri dönüşüm kolilerini de yanına alıp eski halının üzerine oturdu. Artık marketler geri dönüşüm işlerine de bakıyordu, zaman çok değişmişti. Bütün kıyafetleri önce kışlık-yazlık diye ayırdı daha sonra her grubu erkek kadın, genç yaşlı diye. Bütün hayatını istifçilik ve düzen deliliği içinde geçirmişti şimdi dünyadaki son günü diye bu özelliğinden vazgeçemezdi. 30 yıl önce ölen kocasının gömleğini katlarken onun ölümü aklına geldi. Ne kadar da güzel ölmüştü; yaşamaktan sıkılmamıştı daha, yapacak işleri planları vardı, gücü yerindeydi, hayattan beklentisi vardı, dünyadan insanlardan umudu kesilmemişti. Bir sabah uyanamamıştı kocası, belki gördüğü rüya bitmemişti, belki rüyada kalmayı tercih etmişti.  Son 20 yıldır her sabaha uyanmayacaktım diyerek, kocasına gelen güzel ölümü bekleyerek geçirmişti. Ama artık pes etmişti güzel ölüm ona gelmiyorsa, kendisi ona gidecekti. Ahhh iyi ki zaman değişmiş diye düşündü.

     Öğlen yemeği saati geldiğinde kıyafetlerde dahil tüm geri dönüşüm eşyaları evden çıkmıştı. Yapılacak son birkaç iş kalmıştı. Ama önce son yemeğini yemeliydi. Yiyeceği son yemeği büyük uğraşlarla bir ayda ancak seçmişti ki bir aydır her yemeği bir sondu. Artık insanlar yemek yapmakla ve yemekle uğraşmıyordu günlük vitamin, mineral, karbonhidrat vs. ne varsa hepsi için bir kapsül içiyorlardı. Damak zevkini hala kaybetmeyen çok sınırlı sayıdaki kişi hala yemek yiyordu. Son yemeğini büyük bir özenle hazırladı, masasını en son 40 yıl önce eşinin doğum günü için hazırladığı gibi hazırladı, ama bu sefer her şey kendisi içindi. Büyük bir zevkle ve son günü olmasının verdiği büyük mutlulukla yemeğini yavaşça yedi.

      Toplanıp paketlenecek son şeyler kaydedilmiş hatıralardı. Eski bilgisayarı açıp içindeki gereksiz her şeyi sildi. Kendine ait olan başkasıyla paylaşmayı hiç istemediği eski yazılarını, gönderilmemiş mailleri kızlarının doğumundan itibaren tuttuğu günlükleri, sanki dünyada benden hiçbir parça kalmasın dercesine kalıcı olarak sildi. Eski fotoğraf ve videoların olduğu dijital bellekleri yıllara göre ayırıp, her birinin üzerine yılları ve önemli olayları not alıp etiketledi. Bilgisayarı, dijital bellek kartlarını ve dijital fotoğraf oynatıcıların hepsini büyük bir kutunun içine koydu. Kutuyu da salondaki masanın üzerine "Kaydedilmiş Hatıralar" etiketiyle yerleştirdi.

    Yemekten sonra çalıştırdığı temizlik robotu işini bitirince evi son kez kontrol etti. Ev sanki yarın yaşayacak kadar temiz ve düzenli ama sanki o evde yaşayan kişi kendisi değilmiş gibi kendinden iz bırakmamıştı. Son duşunu alıp en yeni ve en güzel kıyafetini giydi. Makyajını ve saçını hem yaşına uygun hem de şık bir şekilde yaptı. Üzerinden çıkardığı son kıyafetleri, banyo havlusunu ve makyaj malzemelerini yok etme makinesine atıp, kendinden kalan son izleri de temizledi.

    Temizlik robotunun günlük temizlik modunu aktifleştirip, 80 yıldır yaşadığı artık eskiyen son model akıllı evini gezdi. Geçmişteki hatıralarını özlemle anıyordu ama gelecekti olası hatırlarından ise korkuyordu. Bu evde ölümü beklemekten, kızlarını beklemekten, yalnızlıktan yorulmuştu artık ve beklemenin imkansız bir olgu olduğuna kanaat getirmişti. Çünkü bekledikleri hiçbir zaman gelmeyecekti, en azından buna kendini inandırmıştı. Son kez evinden çıktı ve yaşlılara özel ulaşım aracına bindi.

       Araç kabininden yaşadığı şehre bakarken son kez, dijital reklam panosunda kurtarıcısını gördüğü günü hatırladı. Bundan 2 ay önce yine bu araçtayken görmüştü reklamı ve yazılanları çok iyi hatırlıyordu. "Yaşamak tercihiniz olmayabilir ama ölmek sizin tercihiniz. 2088 yapımı son model rüya  ölüm kapsülü. Ölmek isterseniz bize ulaşın!" Kapsül eski model bir solaryum cihazına benziyordu. Üstteki cam panel açılında masajlı yatak karşınıza çıkıyordu. O gün eve gider gitmez yetkililere ulaşmış, ön bilgiyi almıştı. Birkaç gün sonra merkezlerine gidip hem yetkililerden yüz yüze bilgi almış hem de kapsülü kendi gözleriyle görmüştü. Kapsülü denemiş, içine yatıp görmek istediği son görüntüleri seçmiş, kapsülün nasıl çalıştığını öğrenmişti. Yetkililerle son protokolleri imzalamış, ölüm tarihi belirlenmiş, ölümünden kimlerin haberdar edileceği ve iletişim bilgileri alınmıştı. Ölürken yanında birilerin olup olmayacağı, belli bir tören yapılıp yapılmayacağı kararlaştırılmıştı. Hiçbir tören istemiyordu ve yanında kimseyi istemiyordu. Ölümünden sonra ise sadece iki kızına bilgi verilecekti.

      Düşünceler içinde merkeze ulaşmıştı. Kapıda onu kapsüle götürecek görevliler karşıladı. Son kez yapmak istediği bir şeyin olup olmadığı soruldu. Sadece ölmek istiyordu. Bu yüzden doğruca kapsüle gittiler. Kapsülün üstünde kendi ismi ile doğum tarihi ve ölüm tarihi olan bugünün tarihi vardı. Görevliler kapsülün içine yerleşmesine yardım ettiler son kez bilgi verdiler. Sağ elinin yanındaki kırmızı butona basarak cam paneli kapattı. Cam panel kapandığında üzerinde görüntülerin akacağı ekran ortaya çıktı. Ölmeden önce 3 görüntü olacaktı. İlki çok eski bir görüntüydü 1980 yılı, kendi anne babası, abi ve ablaları ile olan bir fotoğraf karesiydi. İkinci kare eşi, kızları, damatları ve torunları ile olan üç dakikalık video görüntüsüydü. Son görüntü ise gençliğinde bakmayı en sevdiği; güzel bulutlarla kaplı gökyüzünden güneşin ayrılıp, ufukta kaybolmasını gösterecek dört dakikalık bir videoydu. Son sekiz dakikasını başlatmak için sol elinin yanındaki beyaz butona bastı. Görüntüler akmaya başlarken içeriye hoş kokular eşliğinde rüya gazı verilmeye başlandı. Güneş gökyüzünü mordan pembeye, pembeden kızılın her tonuna boyayarak alçalırken, uyku gözlerini yavaşça kapatmaya başlamıştı. Dünyada gördüğü son görüntü kızıl gökyüzünde güneşin ufuktan kaybolmasıydı.

 

                                                                                                             


26 Şubat 2017 Pazar

BİR BULUT OLSAYDIM EĞER



           Düşündüm eğer bir bulut olsaydım ve insanları izleme şansım olsaydı ne hissederdim diye... Nelere kızar, nelere özenir, nelere ağlardım acaba..


          İnsanların ellerindekinin kıymetini bilmediklerinden yakınırdım muhtemelen. Ufacık sebeplerden yorgan yakıp kendilerini mutsuzluğa mahkum etmelerini izlerdim. Kırılan kalplere, akan gözyaşlarına üzülürdüm. Onlara "Kırdığın kalp yarın ölecek bir kişinin kalbiyse eğer değer mi kırmaya" derdim yada sorardım "Yarın öleceğini bilsen son gününü bu ufacık meseleden dolayı mutsuz geçirmek ister misin?". Tabi ki de beni duymayacaklarını bile bile...


          İnsanların duyarsızlıklarına lanet ederdim mesela. Yeryüzünde hissedebilen, duygularını fark edebilen tek varlıkken duygularını hiç kullanmamalarına kızardım. Yaşayan ama hiç mutlu olmayan yada hiç sevmeyi bilmeyen hatta bu gibi duyguların varlığından haberdar olmayan insanları silkelemek isterdim. Birde sadece kendini kendi mutluluğuna adayan insanları sert rüzgarlarla sarmak isterdim; üzülmeyi, merhamet etmeyi, ağlamayı, vicdanın varlığını belki fark eder umudu ile. Kalplerini kendileri hariç herkese kapatan insanlara üzülürdüm.


       Bu kadar ölümün, haksızlığın, saygısızlığın ve sevgisizliğin yaşandığı dünyada yaşama dört elle sarılanları da anlamazdım ben. Daha da önemlisi; başkalarının duygularıyla beslenen, birilerini aşağılamayı hayat tarzı edinen, tek varlığı ego ve bencillik olanları hiç anlamazdım. Eğer insanlığa puan verecek olsam bu insanlara sıfır bile vermezdim, eziyet ettikleri insanlardan utanarak.

     Eğer Bugünlerde bir bulut olsaydım eğer gözlerimi kapar insanlığa bakmazdım muhtemelen. Çünkü  dünyadaki pisliğe, acıya, vahşete tanıklık etmek istemem galiba. Bulutlar hissedebilseydi eğer, ağlayarak doğal felakete sebep olurlardı herhalde. Biz insanlar ağlamaktan bile aciz ve hissiz iken...
       

BİR GARİP YAŞAMAK MESELESİ

    
                                                                                                                                24.12.16

 Bir garip yaşamak meselesi benimkisi. Yaşıyorum ama garip ironiler, zıtlıklar içinde.

        Sonunu düşünmeden yaşıyorum bu aralar. Anı yaşıyorum yani modern zaman tabiriyle. Yaşamak dediysem büyük bir şey değil hala nefes aldığımdan dolayı, biraz zorunluluktan.sonunu düşünmeden yaşamama rağmen o sonun bir an önce gelmesini istiyorum. Ne ironi ama....Yine ben ve yine ne isteğini bilememek. hem de olay yaşamak.


         Sık sık tekrar ediyorum kendime "Nefes aldığın sürece yaşamak zorundasın" diye. Sadece yaşıyorum, ne zevk alıyorum yaşamdan ne de bir şey bekliyorum ondan. Yemek yiyorum vücudumun ihtiyacından. İşimi yapıyorum başkalarına olan sorumluluğumdan. Hobi ediniyorum ne için yaşadığımı çok düşünmemek için. Uyuyorum çoğu zaman kendimden kaçmak için..

         Velhasılı kelam yaşıyormuş gibi yaşıyorum. Dostlar alışverişte görsün hesabı insanlar yaşıyor desin diye.
 
       Dedim ya benimkisi bir garip yaşamak meselesi....




Not: Tarihi not düş sayın Blog gerçekten karalama defteri olduğun günü. Bazen karamsar bazen umutlu ama çoğu zaman anlaşılmaz yaşayan ben, sonunda cesaret edip yayınlamaya karar verdi kara kaplı defterimdeki bazı yazılarını....

14 Nisan 2016 Perşembe

KARALAMA DEFTERİ



      Düşündüm de burası en iyisi benim karalama defterim olsun. Neden karalama defteri olduğunu açıklamak kolay ama cümleler ile uzun. Ben yazdıklarımı yayınlamaya değer görmüyorum yani bence öyle güzel süslü cümlelerim yok, anlatımım akıcı değil hatta ara ara sıkıcı. Belki de bu yüzden  bloğu 2011 yılında açtım ama ilk yazım 2013 yılında.  Toplamda 3 yayınım var ve en son 2015 yılında yazmışım.Yani durum vahim. En zoru da kendi yazdıklarımın kendi standardım dan  geçememesi. İronik belki ama gerçek.
   
       İşte bu yüzden burayı karalama defteri yapmak istiyorum  aklıma her esen konuda uzun kısa doğru yanlış demeden yazmak için. Çünkü yazmak benim için artık bir ihtiyaç ya da delirmemek için kaçış noktası, bu kısma daha tam karar vermedim. Yazmaz isem eğer düşünceler çoğalacak ve beynim patlayacak. Bazı günler hiç bir şey yapmasam bile düşünmekten bitap düşüyorum zaman zaman.

      Yazmayı evet severim. Ama gerçekten anlaşılır yazmam.Mesela bir cümle kurdum belki ego manyaklık ama çok beğendim kendi cümlemi. İşte bu cümleyi birilerine söylediğim zaman karşımdaki anlamaz dediğimi. Oysa benim için ne kadar anlamlıydı, 2 dk önce ne kadar beğenmiştim ve kendi egomu beslemiştim bu cümle ile. Yani sayın okuyucu bunu okuyorsan ve deli saçmaları cümleler dinlemek istemezsen hemen geri duşunu bas ve güle güle. Okumak istersen eğer hoş geldin karalama defterime.

       Neden karalama defteri olduğunu anlatırken yine ipin ucunu kaçırdım yazma sebebine geçtim. Neyse devam edeyim ben. Aslında yazılarımı, böyle düzenli, temiz, dil bilgisine uydun, inci gibi bir yazıyla ben de yazmak isterdim. Ama yazma isteğinin geldiği o an ben deli bir kadın oluveririm. Astım ilacına ulaşmaya çalışan astım krizindeki hasta gibi olurum hatta. Masanın üstünde o an ne varsa eğer onu alırım.Bazen not defteri, bazen tarif defteri, dergi ve kitabın boşlukları ya da boş bir kağıt. Kalem hiç fark etmez. Sanki düşüncelerim kaçıyor da ben arkasından koşuyormuşum gibi hızlı yazarım. Bazen geri dönüp baktığımda okuyamadığım çok şey olur. İşte o yüzden her yazım karalama defterlerinde, tıpkı hayatımın olduğu gibi.

        Düşüncelerim kaçıyor demiştim ya gerçekten kaçıyorlar, işte yine kaçtılar. Neyse, umarım artık karalama niyetine buraya yazabilirim, kimse okumasa da olur en azından kaybolmaz istediğim de kendim okuyabilirim. O vakit yakında görüşürüz sayın okuyucu ya da kendim.

13 Nisan 2015 Pazartesi

13 Nisan'da 13 Mayısı Beklemek


          Bundan tam bir yıl önce başına geleceklerden habersiz sessiz sakin yaşıyordu memleketim, Soma...

      Madende çalışan serseri vardiyasındakiler son çaylarını içip çıkıyordu evden, çocuklarının eşinin gözünün içine bakarak. Liseye giden oğlu televizyondan başını kaldırmadı babası giderken, ama ne bilsin 1 ay sonra o yüzü bir daha asla göremeyeceğini. Daha 45 yaşında bir anne tek çocuğu daha 19'ndaki yavrusunun arkasından eli kalbinde,  duası dilinde bakıyor sessizce. Bilmiyor belki ama içinde hep bir korku.

     Kiminin ise gözü saatte acaba yemeğin yanına salata yapsam mı diye düşünüyor, eşi seviyor çünkü salatayı. Kimisi daha korkak "çıkıp gelse şu yerin bin kat altından" deyip elinde telefonu sabırsızca bekliyor oğlunu.

           Ama hepsinin ortak bir noktası kimse bilmiyor 1 ay sonra olacakları.

    Şimdi ise 13 Nisan 2015 içim kasvetli, kalbimde şehitlerin ağırlığı... Birebir tanıştığım kimse yok o şehitlerden ama hepsi tanıdık birer sima. Soma küçük çünkü, mutlaka biriyle aynı banka kuyruğunda bekledim, ya da aynı marketten aynı anda alışveriş yaptım, aynı minibüse bindim, aynı manavdan elma aldım hatta bir kaçı ile aynı okula dershaneye gittim...
 
    Düşünüyorum 1 yıl önce bu günü, babası ile ödevini nasıl yaptığını anlatacak arkadaşı kardeşime ya da kardeşi ve babasıyla parka gittiğini.. Ama daha 8 yaşındaki minik kalbi 1 ay sonra hiçbir zaman onarılmayacak şekilde parçalanacak. Şimdi o ve kardeşi için evlerinin içine en mükemmel parkı kuralım. Bundan 10 yıl sonra o küçük kız çocuğu o mükemmel parkı değil babası ile gittiği kırık dökük parkı hatırlayacak.
 
     Evet o insanlara çok yardım edildi, yaraları sarılmaya çalışıldı. Ama o küçük ufak yürekler hep eksik hep yarım artık. O küçük yüreklerin babaları yok artık. Eve kömür karası ile gelen, is kokan, çok parası olmayan ama sadece onun için pazardan 1 tane muz alan, onu sanki her şeyden koruyacakmış gibi sarılan, seven bir babası yok artık.Biz şimdi o küçük yürekleri demirden saraylarda da yaşatsak babasızlık ve güvensizlik rüzgarından koruyamayız.

   Bir yıl önce memleketim sessiz sakin yaşıyordu. Ülkemizde adını bilmeyenlerin olduğu bir şehirdi. Şimdi ise Soma'lıyım deyince herkes sus pus oluyor, ağızlardan sözcükler çıkamıyor, kelimeler anlamsız kalıyor.

    Çok sevdiğim bir söz var " Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir". 301+ insanı öldüren tüm insanlığı mı öldürdü tüm vicdanları bilmem. Tek bildiğim 13 Mayıs 2014 tarihinden önce Soma da yaşayan tüm insanlar o günlerde birer kez öldü zaten. Bizler, şu an yaşamaya devam edenler 2. ölümümüzü bekliyoruz sadece.
   
      Allah böyle bir acıyı yaşatmasın hiç kimseye inşallah. Böyle bir acı, insanı 13 nisanda eli kalbinde, diken üstünde 13 mayısı bekletiyor.

       Hatam var ise affola. Bu yazı sadece beynimden geçenlerin dilime ve elime dökülmesi şeklindedir.

24 Ağustos 2013 Cumartesi

İSTANBUL'UN ORTA YERİNDE BİRAZ HUZUR ARIYORSAN; KİTAPLI KAHVE


     Annemin hep söylediği bir söz vardır " İstanbul'a giden ağlar, İstanbul'dan gelen ağlar". İnsanlar ilk başta kalabalığından, trafiğinden korkuyor, tabiri caizse ağlıyor. Sonrasında ise İstanbul'un kendine has büyüsüne kapılıp bu şehre aşık olup, uzaklaşamıyor. Bizzat kendim bu duruma örnek biriyim, ki benim gibi daha çok insan var. İstanbul'un kendine has bir büyüsü olsa da, yaşam şartları, kalabalığı, fazla hızlı yaşayan bir şehir olmasından insan üzerinde bazen stres yaratabiliyor. Bir de buna kişinin kişisel, problemleri de eklenince, en çok ihtiyaç duyulan şey huzur oluyor.

     Huzur için ekşi sözlükte aratınca bir çok tanım çıkıyor. Bir tanımda mutluluk için yegane şey. Art arda huzur, huzur diye tekrar edince, sanki anlamı yokmuş gibi geliyor. Ama huzur hepimiz için en gerekli şey bence. Bazen evde tek başına kahveni yudumlarken bulursun huzuru, bazen en sevdiklerinde oturduğunu bir yemek masasında. Ararız huzuru aslında, biraz uzak kalınca da özleriz onu.


    İşte geçen yıl çok çok sıkıntılı olduğum bir zaman dilimi vardı. Yani huzur kelimesinin varlığını bile unutmuştum. Ev arkadaşımda aynı durumdaydı, aşağı yukarı aynı sebeplerden ötürü sıkıntıdaydık. Evde oturmak insanın daha da sıkıntılı hale sokuyordu. En yakın gidebileceğimiz yer Kadıköy, ki gerçekten çok severim, ama o anki ruh halimize hiç uygun değildi. Arkadaşımın daha öncede gittiği, beni de uzun zamandır götürmek istediği bir yer vardı: Kitaplı Kahve


   İlk defa öyle bir psikolojiyle gittiğimden midir bilemiyorum ama bahçede sessizce oturup etrafı gözlemlediğim ilk 5 dk bana "huzur" kelimesini hatırlattı. Gayet soğuk bir havaydı ve benim en hoşlanmadığım şey soğuktur. Eğer üşüyorsam normal düşünemem bile. Soğuğa rağmen o bahçede soğuk yerine huzuru tüm iliklerime kadar hissettim.

   Sonrasında bir çok kez daha gittim, Kitaplı kahveye. Beni her gidişimde etkileyen bir yanı oldu. Ama beni en çok etkileyen her yerin kitap ile kaplı olması. İçini özellikle gezdim, cam kenarları, kalorifer peteklerinin üstleri, gömme dolap denilen evin parçası dolapların içi, kitaplıklar, masaların üstleri hatta ödeme yaptığın kasanın, siparişlerin alındığı bankonun alt kısmı bile kitaplarla kaplı.5 bine yakın kitap varmış duyduğum kadarıyla. Kitapları biraz karıştırdım ve karşıma her türden kitap ve dergi çıktı. İster bahçede ister iç kısımda istediğin yerde kitabını rahatlıkla okuyabilirsin. Orada bulunan kitaplardan da alıp okuma şansın var tabi ki.


    Kitap okumuyorsan eğer, ki her gidişimin asıl amacı kitap okumaktı, arkadaşlarınla rahatça sohbet edebileceğin bir yer. Genel olarak bahçede oturmayı tercih ettim ve bahçe hep sohbet edilen yer olarak kaldı zihnimde. Her masa kendi içinde rahatça konuşuyor olmasına rağmen kimse birbirinden rahatsız olmuyor. daha doğrusu sohbetler o kadar güzel ki kimse başkasını görmüyor, dinlemiyor.


     Kitaplı kahvenin bir diğer özelliği ise 2. katında müzik ve toplantı odalarının bulunması. Küçük çaplı bir toplantınızı daha samimi ve sıcak bir ortam olarak burada yapabilirsiniz. Anladığım kadarıyla keman, ney ve gitar dersleri veriliyor, siz kitabınızı okurken ya da çayınızı yudumlarken arada sırada yukarıdan hoş sesler size eşlik ediyor. Ayrıca bir grup da korece derslerini, korece çalışma grupları burada gerçekleştiriyormuş. Bu bilgi çoktan mı geçerliydi yoksa şu zamandan sonra mı geçerli bilemiyorum, ben daha yeni öğrendim.
 
      Kitaplı kahvenin bir diğer özelliği de samimi bir ortam. Ama sadece öylesine söylenmiş bir samimiyet değil bu. İnsanları izlemeyi, gözlemlemeyi seven biriyim. Gittiğim zamanlarda oranın sahibini ve çalışanları da gözlemleme şansın oldu. Sahibi orta yaşlı bir beyefendi. Her masayla mümkünse konuşuyor, hiç olmadı afiyet olsun memnun musunuz gibi şeyler soruyor. İlk seferinde çok şaşırmıştım. Bana sahibi olarak gösterilen beyefendinin alışılmış portre ile kasada falan durması gerekiyordu. Ama beyefendi önce arkamızdaki masaya oturdu oradakilerle uzun uzun sohbet etti. Önce içimden "hımm demek ki arkadaşları gelmiş" dedim. Sonra başka bir masaya geçti, o masadakilerle de sohbet etti, Sonra başka bir masaya. Bu durum yalnız sahibi beyefendi ile sınırlı değil çalışanlarda aynı şeye rastladım. İnsan karşıdan bu tabloyu izleyince kocaman bir aileyi izliyormuş gibi hissediyor.


       Bir mekandan bahsederken yenilebilecek ve içilebilecek şeylerde de bahsediliyor genelde. Yiyecek, içecek konusunda çok fazla beklenti taşıyan, damak zevkine düşkün bir insan değilim açıkçası. Ama genel olarak tatlı olan her şeyi severim. İçecekleri de tatlı istediğim için dışarıda pek çay kahve içemem. Çünkü art arda şeker istemekten utanıyorum çoğunlukla. Ama buranın benim için bir iyi yönü de bu oldu. Buraya özel bir çay var, adı Sultan çayı. Çayın kendine has bir koku ve tadı var. Ve en önemlisi şeker kullanmasan bile tatlı. Gidince denenmesi gereken bir çay bence. Benim de doğal olarak favorim Sultan çayı. Diğer denediğim tatları da iyiydi, kötü, hoş değil diyebileceğim bir şey yok açıkçası. Sadece spagettiyi yerken gerçekten zorlandım, normalde de zorlanırım, benim için fazla uzun.


      Sonuç olarak İstanbul'da yaşıyorsanız ya da bir gün yolunuz Üsküdar'a düşerse mutlaka bir uğrayıp görün derim. Ayrıca çok kolay bir yerde Altunizade'de, Capitol alışveriş merkezinin tam arka kısmında, Altunizade Kültür Merkezinin çapraz karşısında. Metrobüse ise yürüme mesafesinde.
     
      İlk yazımın bu yer ile olması beni mutlu etti. Aklımda olan bir şeydi zaten, bir blog açarsam kesinlikle Kitaplı kahveyi yazmalıyım derdim. Tekrar yazabilmek ümidiyle, şimdilik hoşçakalın....